Bahar
renkli laleler İnsanları güzelliğiyle çılgına çeviren, bir
devre adını veren lâle, ilkbaharla birlikte tüm renklerini gösterdi.
Sarısı, çizgili kırmızısı, moru, beyazı ile lâleler artık
bir servet etmiyor ama, o nazlı görünümleriyle hayatımıza hoşluk
katıyorlar... Sürprizleriyle, ilkbahar şaşırtıcıdır...
Bunu, kimi zaman bir bahar dalının üzerindeki minik pembe çiçeklerle,
kimi zaman da hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkan
yabani lâlelerle başarır. Doğa ilkbaharla birlikte faaliyete
geçmiş ve sanki tek görevi bizi şaşırtmakmış gibi çalışmaya
başlamıştır. Güzelliğini bazen uluorta sergileyerek, bazen
de en büyüleyici güzellikte olanları keşfedilmek üzere bir
yerlerde saklayarak yapar bunu. Tıpkı Akseki'nin yüksek
tepelerinde saklı bulduğumuz, yaban lâleleri gibi... Mayıs ayında
böcek sesleri, kuş cıvıltıları arasında bir saat yürüyerek
Peynirlik tepesine ulaşmış, o unutulmaz manzara ile karşılaşmıştık.
Topraktan gelişi güzel çıkmış sarı, kırmızı renkli yüzlerce
yabani lâle, aniden çevremizi sarmıştı. Bir yıl boyunca
toprak altında gizlenen soğanlar ilkbaharla birlikte coşmuş,
sonrasında da sadece birkaç hafta içinde solacak bu büyüleyici
güzellikteki çiçekleri yaratmıştı. Biz lâleler karşısında
büyülenmiştik, ama kim büyülenmemişti ki bu çiçeğin karşısında?
Lâleler, hiçbir çiçekte olmadığı kadar insanları etkisi
altına almış, neredeyse kendisinden de renkli bir öykünün baş
kahramanı olmuştu. Peki insanları hastalık derecesinde
kendisine tutkun eden lâlelerin merak uyandıran renkli öyküsü
nasıl başlamış, nasıl gelişmiş ve nasıl sonlanmıştı?
Aslında yurdu Orta Asya olan lâlelerin güzelliğini Romalılar
ve Bizanslılar fark edememişti. Selçuklular ise bahçelerinde lâle
yetiştirmişti. Ancak bu çiçeğin şaşkınlık veren serüveni
Osmanlılarla başlamış, "tulipmania" diye adlandırılan
lâle hastalığı 16. yüzyılda İstanbul'da yayılıp, oradan
da Avrupa'ya kadar sıçramıştı. Tabii ki bunda Kanuni Sultan Süleyman'ın
büyük payı vardı. Muhteşem Süleyman döneminde küçük ve kısa
boylu, yaprakları çok da muntazam olmayan yabani lâle türlerinden
seçme ve melezleme yoluyla, çiçeği badem biçiminde, yaprakları
hançer şeklinde, uçları tığ gibi ince ve sivri, İstanbul'a
özgü lâle çeşitleri yetiştirilmiş, bilmeden de olsa lâle
çılgınlığı böylece başlatılmıştı. İnce mi ince, uzun
mu uzun lâleler öylesine nazlı görünüyorlardı ki, bir kere
gören etkisinden kurtulamıyor, böylesi bir güzelliğe sahip
olabilmek için akla gelmez çılgınlıklar yapılıyordu. Kimler
yoktu ki, bu çılgınların arasında. Veziri, sadrazamı lâlelerle
ilmî olarak ilgileniyor, nadide bir lâle soğanına servet ödendiğini
bilenler ise, yeni bir çeşit bulmanın hayaliyle bahçelerinde
gizli gizli deneyler yapıyordu. Ardı ardına yeni lâle çeşitleri
çıkmış, bunlara da görüntülerinin güzelliğine yakışır,
pırıltılı adlar takılmıştı. Kimileri lâleye "gönül
yakan" adını vermeyi uygun görmüş, kimisi şans getireceğine
inanarak "talih yıldızı" demiş, bazıları da
hissettiklerine tercüman olması için, "sevinç ışığı"
adını vermişti çiçeğine. Ancak lâleler sadece güzelliklerle
anılmıyor, kimi zaman da polisiye olaylarla gündeme geliyordu.
Örneğin lâle çılgınlığının en üst boyutlara ulaştığı
Lale Devri'nde, İstanbul'a sefir olarak atanan bir yabancı
beraberinde bir lâle soğanı getirmiş, çok beğenilince de Tac-ı
Kayser adı verilerek Çırağan Sarayı'nın bahçesine ekilmiş.
Muhteşem lâlenin ünü tez zamanda yayılınca da meraklıları
özel izinler alarak bu güzeller güzelini görebilmiş. Ne var
ki sakınan göze çöp batar misali, Tac-ı Kayser çalınmış.
Damat İbrahim Paşa, işin peşini bırakmamış. İlk şüpheliler
lâle tutkunları olduğu için, gizlice bahçeleri aranmış.
Nafile ki tüm çabalar boşa çıkmış. 16. yüzyıldan başlayarak
sadece İstanbul'da, her biri birbirinden güzel 2 bine yakın lâle
çeşidi yetiştirildi. Ne var ki Osmanlı'nın Avrupa'ya tanıttığı
bu çiçek çok değil 100, 150 yıl sonra, Avrupa'dan İstanbul'a
gelmeye başladı. Lâlenin Avrupa'ya ilk yolculuğu önce
Viyana'ya olmuş, oradan Hollanda'ya, ardından da Kanada'nın başkenti
Ottowa'ya kadar sürmüştü. Ancak Osmanlı'dan başlayan lâle
çılgınlığının Avrupa'ya uzanmasının hikâyesine geçmeden
önce, bugünün Türkiye'sine bakmak gerekiyor. Öncelikle o çok
güzel İstanbul lâleleri, 18. yüzyıla doğru yok oluyor.
Sonrasında mı? Hollanda'dan ithal edilip de ekilen lâle soğanları
kısırlaştırıldığından sadece bir defa çiçek veriyor. Bu
da çok pahalıya geldiği için, kent süslemesinde lâle kullanımından
vazgeçiliyor. Lâle olmadığı için de, bir zamanlar lâleleriyle
ünlü olan İstanbul'da şenlik bile yapılamıyor. Yani bugün,
lâlesiz bir İstanbul yaşanıyor. Hem de lâle festivalleri,
Japonya'dan Kanada'ya kadar yayılmışken. İşte, Osmanlı'nın
çok sevip de dünyaya tanıttığı lâleler Türkiye'de yok
olurken Hollanda, bizim yıllık dış ticaret gelirimizin
neredeyse tamamını sadece çiçeklerden elde ediyor. Yeniden geçmişe
dönüp de lâle tarihinin o renkli sayfalarını karıştırmaya
devam edersek, sanıldığının aksine 17. yüzyılın başlarında
Fransa'da lâle, Hollanda'dakinden daha abartılı bir tutku
haline geldi. Öyle ki modayı yakından izleyen hanımlar saçlarına
veya dekoltelerine renk renk lâleler takmadan sokağa çıkmaz
oldular. Lâle neredeyse mücevherden daha değerli bir konuma
sahipti. Tek bir lâle soğanı için yaklaşık 2.5 milyar lira
ödeniyordu. Zamanla lâle, Fransa'da bahçelerden evlere girdi.
Boş şöminelerin içini, yemek sofralarını süslemeye başladı.
ŞENLİKLERİN ÇİÇEĞİ Osmanlı İmparatorluğu zamanında lâlenin
önemini açıklamak için Sultan III. Ahmed devrinde yaşanan Lâle
Devri'ni hatırlamak yeterli aslında. Osmanlılarda lâle 15. yüzyıldan
beri rağbet görmüş, fakat hiçbir dönemde III. Ahmed devrinde
olduğu kadar önem kazanmamıştı. Bu dönemde İstanbul baharla
birlikte koskocaman bir lâle bahçesine dönüşüyor, bugünün
aksine yol kenarlarında, pencerelerdeki saksılarda, kısacası gözün
görebildiği her yerde renk renk, lâleler görünüyormuş.
Saray bahçelerinden en küçük İstanbul evlerinin bahçelerine
kadar herkes, soğan dikmek telaşına düşmüş. Nadir lale soğanlarına
sahip olma tutkusu çok kısa sürede, 17.yüzyılda Avrupa'da ve
daha öncesinde de Osmanlı'da yaşandığı gibi tam bir delilik
halini almış. Bu dönemde sırf lâle tür ve çeşitleri ile uğraşması,
yeni çeşitlerin elde edilmesini sağlaması ve mevcut olanların
adlandırılması için, Encümen-i Daniş adında bir araştırma
meclisi kurulmuş. Lâle-i Duhteri adını verdikleri İran'dan
getirilmiş lâle çeşitlerinin bir tek soğanı, 1000 altın değerindeymiş.
Çiçek tutkusu herkesi öyle etkisi altına almış ki, can
korkusu ile verilen rüşvetlerde bile, paralar arasında lâle soğanları
gönderilir olmuş. Bu dönemde İstanbul'da muhteşem lâle
festivalleri düzenlenmiş. Dönemin en ünlü lâle bahçeleri
Sadabâd ve Neştabâd ise de, Çırağan'daki bahçe de onlardan
pek aşağı kalmıyormuş. Bugün bile bir hikâye gibi anlatılan
Çırağan Lale Şenlikleri, her yıl Nisan ayının dolunayında
yapılıyormuş. İşte uzun süre İstanbul'da oturan Fransız
soylusu Baron de Tott, "Çerâğân" denilen ünlü lâle
eğlencelerini şöyle anlatıyordu, "Bahçelerde göz
alabildiğine yayılan, her renkte lâle tarlaları. İçlerine
fenerler, lambalar, kristal fânuslar yerleştirilmiş. Topraktaki
çiçek sayısı yeterli değilse, hem taze kesilmiş, hem yapma
çiçekler, vazolar ve kâseler içinde her yere konmuş.
Fenerlerin ve fânusların çevrelerine aynalar, prizmalar yerleştirilmiş.
Işıkların renkleri, çiçeklerin bin bir tonuna yansıtılıp,
ağaçların altı bir nur seli haline getiriliyor. Işık ve renk
yetmiyor. Yer yer musiki fasılları yapılıyor, mehtaba saz
sesleri yükseliyor. Çiçek tarhları arasına dükkân taklidi
pavyonlar yerleştirilmiş, bunlar içinde dünya güzelleri,
konuklara atlas, ipek, altın, gümüş, billur satışları yapıyor
ve davetliler, birbirlerine bunları ve mücevherleri armağan
ediyorlar." Çelik Gülersoy da "Lale ve İstanbul"
kitabında bu döneme değiniyor ve Baron de Tott'un anlattığı
eğlence çılgınlığının yanında madalyonun öbür yüzünü
de çeviriyor. Gülersoy, Batı'nın dünya ticaretine açılıp,
ilk kapital birikimlerine ve yatırımlarına başladığı sırada
Osmanlı'nın yoksul emekçilerinden topladığı sandık sandık
altınları her tarafa savurması ve ekonomik miras yediliğinin
yanında, Lâle Devri'yle ilgili olarak şunları da eklemeden geçemiyor:
"İstanbul'da o dönemlerde yaşamış ve göçüp gitmiş
insanların, doğrusu en üstün ve ince bir zevk düzeyine erişmiş
olduklarını da belirtmek gerek. Ta ki, kimsenin hakkı yenmemiş
olsun! Bu zevk düzeyi, bu arınmışlık, her şeyde, o devirden
kalma ne varsa hepsinde görülebilir." Bu renkli tarih içinde
Hollanda'nın tuttuğu yer ise, son derece ilginçtir. Hollanda'da
1634 ile 1637 arasında yaşanan lâle çılgınlığı o gün bugündür
hem sosyologları hem de ekonomistleri meşgul etmeye devam
ediyor. Nasıl olur da bir tohum tanesi, Amsterdam'da lüks bir ev
satın alabilecek paralarla el değiştirebilir? Ya da uzunluğuna
göre bir "Admiral van Enkhuijsen" lâlesinin fiyatı
nasıl olur da bir taş ustasının 15 yıllık gelirine eş
olabilir? Bunun yanıtı kesin olarak verilemese de lâle, yüzyıllar
boyu insanlar tarafından büyük ilgi gördü, statü sembolü
oldu. Hatta kişilerin değeri ve toplumdaki yeri bahçelerinde
bulunan lâlelerin türüne ve miktarına göre belirleniyordu. Lâle
satın alacak parası olmayanlar da en azından lâle resimleri
yaptırıp, onlarla yetiniyorlardı. Ancak bütün bunlar geçmişte
ortaya çıkan lâle çılgınlığının nedenlerini açıklamaya
yetmiyor. İnsanlar bir nedenle bu güzel, mevsimden mevsime renk
değiştirebilen enteresan çiçekten çok ama çok etkilenmişlerdi.
O dönemde bu renk değişikliğinin bir virüs tarafından yaratıldığı
ise bilinmiyordu. İlk zamanlarda bir sepet tek renk lâleyi 3.5
milyon liraya satın almak mümkün olabiliyordu. İki renkli lâleler
bunu değiştirdi ve lâle 1630 yılının ortalarında, artık
inanılmaz rakamlara satılır oldu. Nasıl hisse senetlerinin
spekülasyonu yapılıyorsa, o dönemde de lâle soğanlarının
spekülasyonları yapıldı. Aslında, genetik ve botaniğin günümüze
oranla çok geri olduğu o dönemlerde nasıl olup da binlerce,
hatta onbinlerce yeni lâle çeşidinin elde edildiğini izah
etmek, bugün bile oldukça güç. Tabii ünlü gezgin Evliya Çelebi'nin
aktardığı gibi Şirin'in aşkından kendini öldüren Ferhad'ın
kanından kırmızı lâlelerin filizlendiğine ya da İran
mitolojisine göre, bir yaprağın üzerindeki çiğ tanesine düşen
yıldırımla alev alan yaprağın lâleye dönüştüğüne
inanmazsak. 17. yüzyılın sonlarında çift renkli lâleler görülmeye
başlamış ve tüm Avrupa'da tek renkli lâlelerden çok daha
fazla ilgi görür olmuştu. İki renkli lâleler genellikle ya
sarı kırmızı ya da beyaz kırmızı oluyordu. Daha beğenilenler
arasında üç renkliler, dört renkliler ve hatta daha fazla
rengi olanlar bile vardı. Ancak insanlar, bir yıl önce tek
renkte çiçek veren bir soğanın, nasıl olup da bir diğer
seferinden farklı bir renge büründüğüne anlam veremiyor, şaşkınlığa
düşüyorlardı. Renkli lâle elde etmek için iki farklı
renkteki lâle soğanı ortadan ikiye kesilip eşleştiriliyor ve
öyle ekiliyordu. 18. yüzyılda ise, lâle soğanlarının çirkinleştikçe,
çiçeğinin daha da güzelleştiği anlaşıldı. 1930'lu yıllarda,
daha bilimsel çalışmalar yapılmaya başlandı ve lâleyi
inceleme altına alan botanikçiler, pek çok sırrını çözdü.
İnsanların lâlelerle ilgili bilgileri geçmişte öylesine azdı
ki, ünlü yazar Alexandre Dumas'nın "Siyah Lâle" adlı
romanında bile, pek çok hata var. Örneğin Dumas'ya göre lâle,
Portekiz'den getirilmişti ve soğanı dikildikten birkaç gün
sonra çiçek veriyordu. İnsanlar çok sevdikleri lâleleri
renklendirebilmek için her türlü çareye başvurmuş, başarılı
da olmuştu. Fakat en büyük çabaları, siyah lâleyi elde
etmekti. Bir simyacının bıkıp usanmadan bakırı altına çevirme
çabası gibi, bu çiçeğin tutkunları da siyah lâleyi üretebilmek
için akla gelmez yöntemler deniyorlardı. Karanlıkta kalırsa lâlenin
siyah olacağı düşünülüyor ya da siyah renkli toprakta yetiştirmeye
çalışıyorlardı. Siyah lâleyi yetiştirmek için insanların
gösterdikleri çaba ve bunun için başvurabilecekleri hileler,
en güzel şekliyle Alexandre Dumas'nın Siyah Lâle, adlı romanının
konusu olmuştu. Genç bir adam, siyah lâle elde etmenin sırrını
bulmuş, bunu kıskanan kötü kalpli, acımasız bahçıvan yüzünden
de başına gelmedik kalmamıştı. Aslında hiçbir zaman tam
anlamıyla siyah lâle üretilemedi. Tüm çabalar boşa gitti.
Bugün siyah olarak adlandırılan lâlelerin rengi ise, siyaha
yakın çok koyu mor. Tabii lâleler bu kadar değerli olur da,
avcıları olmaz mı? 1800'lü yıllardan beri lâle avcıları bu
çiçeğin doğal olarak en yoğun bulunduğu Orta Asya'ya gelmiş,
birbirinden değişik yabani lâlelerin soğanlarını da ülkelerine
götürmüşlerdi. Lâle avcıları bugün bile iş başında. Ve
önceden olduğu gibi hâlâ lâle soğanları Anadolu'dan
Avrupa'ya gidiyor. Avcılar önce yabani lâleleri keşfediyor,
sonra da çektikleri fotoğrafları köylülere dağıtıp,
istedikleri lâle soğanlarının toplanmasını sağlıyor... Lâlelerle
ilgili anlatılacak öyle çok şey var ki. Ancak, ilkbaharın bu
ilk günlerinde koyu mordan sarıya, çizgili kırmızıdan
beyaza, pembeye, kayısıya kadar farklı renkleriyle çiçekçi
tezgâhlarını süsleyen lâlelere bakmak, tüm coşkusunu yaşamak,
yüzlerce yıl önce insanların neler hissettiğini anlamak için
yeterli.